Benim Kahramanlarım



“Çocukken düşsel veya edebi kahramanlarım var mıydı” sorusunu düşündüğümde kaygılandım, çünkü, küçükken benim çocuk romanlarından çıkma kahramanlarım olmamıştı. Şüphesiz, sevdiğim kahramanlar yok değildi; Gulliver veya Pinokyo bana yalnız çocukluğumda değil, her zaman ilgi çekici gelmişlerdir; ama onlar “kahramanım” diyebileceğim duygu yükünden uzaktılar.

Neden “kahramanlarım” olmamıştı, bunun eksikliğini hiç hissetmemiş miydim, çocukken okumaz yazmaz tayfasına ait haşarı bir çocuk muydum, kızların fotoğraflarına bıyık resmi yapmayı seven, kitap okumayı “derse çalışmak” sanan, “fazla okuma gözlerin bozulur” öğüdünü ciddiye alan yaramazın teki miydim?
Hayır, çünkü benim yoksul bir evde geçen çocukluğumun en belirgin ev mobilyası, üst raflarına ulaşamadığım kocaman bir kitaplıktı. Belki kocaman değildi de, ben küçük olduğum için bana kocaman gelirdi. Bu kitaplıkta babamın çok sevdiği siyasi tarih kitaplarıyla, köy romanlarının belirgin bir yeri vardı; bu nedenle benim çocukluğum, okumanın yetişkine göre düzenlendiği bir çocukluk oldu. “31 Mart Vak’ası” veya “Yakup Kadri’nin Anıları” gibi konu başlıklarıyla ilgilenen babam, benim neler okuyabileceğim konusunda pedagojik bilgilere sahip olmadığı için, kendisinin biriktirip ciltlediği Hayat veya Akbaba dergilerini karıştırdığımı görünce keyif duyardı belki; ama belki de bu yüzden, benim ilk edebi kahramanlarım roman kişileri değil, yazarların bizatihi kendileri oldu. Çünkü o dergilerde yazanların adından başka bir şeyi anlayıp da eğlendiğimi anımsamıyorum.

Böyle bir dünya, çocuğu okumaya özendirse de, sonunda onu okumaktan bezdirir.
Babamın ciltlediği o dergilerin bana yararı olmadı da denemez; bu dergileri karıştıra karıştıra kadın vücudunun görsel şahaneliğini kavradım, Elke Sommer’in ve Kim Novak’ın vücutlarını ezberledim. “Amerikalı edip” Steinbeck’in “Bir yazar yirmisekiz yaşında ölmeli” sözünü yirmisekiz yaşıma kadar sık sık anımsadım, hakkında berberine tıraş ücreti karşılığı resim çiziktirip verdiği haberi yazılan Picasso’yu kıskandım.

Benim çocukluğum sözel kültürün etkisinin hala canlı olduğu Kayseri şehrinde, tüm dünyayı kavrayan işte bu magazin ile, yalnızca mahallesini kavrayan çocuksu bir zihin ikileminde geçti. O sıralarda Orhan Gencebay müziği yeni yeni işitiliyordu ve mahalle berberinin aynasında bir de resmi vardı. Sanırım berber bu resmi bıyık ve saç modeli olarak kullanıyordu. Ne zaman saçlarımı üç numara traş etmeye alışmış olan bu berbere gitsem, burada sporu, ekonomiyi veya günlük politikayı tartışan kişiler olurdu. Söz dönüp dolaşıp da solcu yazarlara geldi mi, şaşmaz bir kural olarak küfredildiği için mahalle halkının öfkeli ruh hali bana da yansır, hiç bilmediğim yazarlara öfke duyar ve hiç ilgilenmediğim sporcuları severdim.

Belki de bu yüzden, -şimdilerde böyle olmasa bile- ben uzun süre hep ilk defa işittiğim kalıpyargılardan etkilendim. Ama hangi kalıpyargıyı tartışmasız benimsediysem, zamanla onun en büyük düşmanı oldum. Kayseri’de Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) toplantısı basılmadan önce berberde komünistlere sövüp sayan ve Rusların nasıl korkak ve alçak bir millet olduğunu söyleyen çiçek bozuğu yüzlü kör komşumuzun sözleri bana çok doğru gelmişti, ama TÖS baskınından sonra kör adama burun kıvırır oldum. Çünkü o sıralarda babam ve bazı arkadaşlarının TÖS ile Köy Enstitülü romancıları övdüğünü fark etmiştim; kör adama bir ara duyduğum sempatiden utanarak babamın aldığı Irazca’nın Dirliği adlı romanı ondan önce okumaya başladım, ama bildiğimiz köylüleri anlatan bu romanı anlayamadım, kahramanları arasındaki mücadeleyi çok kaba ve acımasız bulduğum için olmalı, okumayı bırakıp çevremdeki kalıpyargılara katıldım: Romanı okumuş ve çok beğenmiştim, harikaydı.

Lise yıllarıma kadar bu kalıpyargıya katılmayı sürdürdüğüm halde, köy gerçeğini anlattığını bildiğim hiçbir kitaptan hoşlanamadım. Bu kitaplar bana bunaltıcı, üzgün ve itici görünüyordu. Ne var ki, ülkemizin yoksulluğunu ve gelişmemişliğini teşhir ettiğine inandığım bu kitapların ben okumasam bile başkalarına yararlı olduğunu düşünüyordum.

1975 yılıydı; onbeş yaşımdaydım ve Lise birinci sınıfa gidiyordum. O yıl Yaşar Kemal’in bir romanı Hürriyet Gazetesinde tefrika edildi ve radyoda bölüm bölüm okundu. Filler ile Karıncaların masalını anlatıp, hayata ilişkin gerçekleri söylemediğini düşündüğüm için bunca insanın Yaşar Kemal’de ne bulduğuna şaşarak, Yaşar Kemal’i okumadım. Zaten ortalama okur olarak kaldığımız sürece herkesin beğendiği yazarların kitaplarını alsak da okumayız. Bu ortalama okurun tepkisidir. Ortalama okur, olmayacak şeyleri baştacı eder, işte ben de o sıralarda Ostrovski adlı bir yazarın “Ve Çeliğe Su Verildi” adlı romanını okumuş ve romanı beğenmekle kalmayıp Pavel Korçagin adlı kahramanıyla özdeşleşmiştim. Aynı günlerde bu romanı okuyan bir arkadaşım benim Pavel Korçagin’e özenmemi aşağılayarak, benim değil de kendisinin davranış ve tip olarak Pavel’e uyduğunu söyleyince, hangimizin Pavel olabileceğini çok sert bir şekilde tartıştık; sonunda yenilgiyi kabullendim ama o günden sonra da arkadaşıma olur olmaz yerde “Pavel” diye seslenir ve alaycı bir yüzle sırıtır oldum. Çünkü Ostrovski kör bir yazardı, onun körlüğü ile bizim mahallenin çopur suratlı körü arasında bağ kuran zihnim, maalesef acı bir kıskançlıkla Ostrovski’yi defterden silmişti.

Bu öfkeyle Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ni okumaya başladığımı çok iyi anımsıyorum. Çok iyi özümseyerek okuduğumu da sanmıyorum, okumuş olmak için okuduğum “sıkıcı yolculuklar” bölümünü geçip de romanın finalinde Rose’un açlıktan ölmek üzere olan bir adama –yiyecek bir şey veremediği için- emzirdiği bölümü okuyunca kahraman denilen kimsenin nasıl olduğunu anladım. Beni o güne kadar böylesine derinden etkileyen hiçbir şeyle karşılaşmış değildim. Ben Rose’um demem olanaksızdı, diyemedim.

Kim söyledi bilmem, ama birisi “Yazarların da bir coğrafyası olur, Steinbeck’in Kaliforniyası, Balzac’ın Paris’i, Yaşar Kemal’in de Çukurovası vardır” dedi ve salt bu yüzden İnce Memed’i okumaya başladım. Doğrusu başlangıçta “eleştireceğin şeyi bilmek zorundasın” sözüyle özetlenebilecek bir alaysı yüzle kitabı elime aldığımı anımsıyorum. İşte ben yaşamımın en büyük yazarlarından biri olduğuna halen inandığım Yaşar Kemal’i böyle buldum. Ne var ki, bu romanı bitirdiğim zaman da, Hatça’nın baldırlarının toprakta bıraktığı izle sarsıldığım, Topal Ali’nin iz sürme tutkusundan yüreğim ürperdiği ve İnce Memed’in gözünde bir an çakan kıvılcımın aynısı benim gözümde de çaktığı halde Ben İnce Memed’im diyemedim.

Çünkü “kahraman” olmak kendimizi yüceltmek oluyordu, kendimizi yüceltmek ise boş bir böbürlenme idi; benim kahramanlarım yüceltilince içi boşalan sahici insanlardandı, onlara öykünemezdiniz. İnsan nasıl ben Goriot Baba’yım diyebilir ve ama nasıl Goriot Baba’nın sevgisi karşısında diz çökmezdi?

Yıllar sonra Lukacs’ın kahraman ve tip ayrımını hiç sevmemişsem, bunda başka gerekçelerin yanında ilkgençliğimin romanlarının etkisi de vardır. Yıllar sonra asal kahramanlara dayanmayan romanlar yazdıysam bunun gerekçesi de o romanlardır. Benim de romanlarımın bir coğrafyası var ki, bunu gene o romanlara borçluyum.

Steinbeck iyi ki yirmisekiz yaşında ölmedi diye ne kadar mutlu olduğumu söylememin bilmem ki gereği kaldı mı?


Bu yazı "İnce Memed'in Gözünde Çakan Kıvılcım.." başlığıyla Virgül, Sayı 26, Ocak 2000'de yayımlanmıştır.

0 yorum: