KORKU VE GERİLİM HİKAYECİLİĞİ

Floransa Katedrali Tavan Resimleri 2010, G.K



Gürsel Korat



Geçenlerde bir öğrencim bana “Türkiye’de üretilen her korku-gerilim filmi biraz komedi unsurları içeriyor” dedi, “sizce neden sağlam bir korku filmi yapılamıyor?”
Doğrusu ben, korku filmi sevmediğim, gerilim filminden de mümkün olduğunca uzak durduğum için bizde bu tür filmlerin “korku parodisi” şeklinde yapıldığından haberli değildim. Bu soru üzerine belleğimi karıştırarak düşündüm ve gerilim hikayeciliğinin kentleşmeyle birlikte ortaya çıkan bir olgu olduğu, korku hikayelerinin ise köylülüğü, dini ve eski dünyayı temsil ettiği sonucuna vardım.  Tarihimizde korku unsurlarının olmadığı söylenemezdi, yüzyıllardır cinler ve perilerle dolu hikayeler anlatıldığına şüphe yoktu; fakat korkunun, bütün bunların bizim sinemamızda film dili ve görselliği içinde  kategorize edilebildiği şüpheliydi. Bu nedenle korkutamayacağını anlayan hikayeci, “korkutmak istememiş” gibi yaparak güldürmeyi seçebilirdi.
Özellikle Katolik Hıristiyan dünya korku filmi dilini kategorize etmiş görünmektedir: Haç, kilise ve şeytan döngüsünde gotik bir korku atmosferi yaratılmış görünüyor. Lucifer, yani kilise dışında her yerde etkili olan şeytan ile ruhsal kurtuluşu simgeleyen kilise bu korku ve güvenlik ikileminin uçlarıdır. Oysa bizim kültürümüzde şeytan besmeleyle yok edilebilecek olan ve Tanrı’yla boy ölçüşecek kadar tehlikeli sayılmayan bir “asi melek” formuna indirgendiğinden, görsel ve ruhsal bakımdan korkunun kaynağı olan bu karanlık dehşet ortaya çıkarılamaz. İslamın resimle ilişkisi hayli mesafeli olduğundan, belleklerde tarihsel bir korku ikonolojisi oluşmamıştır. Dolayısıyla bizim korku hikayeleri köy hikayeleridir. Şehirleşme öncesine aittir ve film dili içinde karşılığını bulabilecek bir tarihe sahip olmamıştır.
Oysa, batının kadim korku hikayeleri resim sanatının etkisiyle yüzyıllardır adım adım resimlenmiştir, buna bir iki kiliseden örnek vermek bile yeter: Büyük sanat üstadlarının resim ve heykelleriyle  bezenmiş olan Floransa katedralindeki tavan betimlerinde, cehennemle ilgili yaşantılar derin bir somutluk ve görsellik kazanmıştır. Paris’te Notre Dame’ın oluklarındaki canavar betimlerinden de korku nesnesinin üç boyutlu bir somutluğa vardırıldığı söylenebilir. Filmin resim sanatıyla bağını kurmadan atacağımız hiçbir açıklamanın doğru olmadığını hatırlayarak bu saptamamın İslam’la bağı üzerinde düşünmeyi değerli buluyorum.
Sözü gerilim hikayeciliğine getirerek, korkunun kadim dinsel dünyayla ilgili, arkaik bir şey olduğunu, gerilimin ise moderniteyle birlikte doğduğunu düşünüyorum. Edgar Alan Poe’nun Morgue sokağı Cinayeti olsa olsa yüzelli yıllık bir hikayedir; Louis Stevenson, Dr. Jeykll ve Mr. Hyde’ı yazalı yüz otuz yıl oldu, homongoloslardan şehirlerde yaşayan bebek yüzlü katillere kadar, uyku kaçırıcı fakat din dışı hikâyeler tamamen şehirli ve seküler bir bilincin ürünüdür.
Sanırım, Michael Haneke gibi, sadece modern hayatın sıradanlığı içinden gerilime varmak için bütün bunların yaşanıp aşılması gerekiyordu. Ruhsal derinlik kazanan gerilim ve korku, kanımca modern dünyanın en büyük sorunu olan sıradan hayatların faşizmini kavrayan zihinlerle varlık bulmuştur. 

0 yorum: