Yazar Algıları Değiştirir, Tarihi Değil




Gürsel Korat ilk romanı Zaman Yeli (1994) ile etkili bir çıkış yapmıştı. Üretkenliğini Ay Şarkısı, Güvercine Ağıt, Kalenderiye, Rüya Körü, Çizgili sarı Defter, Gölgenin Canı gibi yapıtlarla sürdürdü. Son romanı Yine Doğdu Tanyıldızı kitapçılarda. Gürsel Korat kitabı üzerine sorularımızı yanıtladı.

Söyleşi: Haldun Çubukçu

Son romanınız “Yine Doğdu Tanyıldızı” tarihsel roman tasnifine ait. Bu tarzın daha çok günümüz gerçekliğinden kaçmakta ya da en azından dışında kalmakta bir anlatı olanağı olarak değerlendirilirken siz güncel göndermelere fevkâlade açık bir roman yazmışsınız. Ne düşünüyordunuz?
Bir roman istediği kadar tarih anlatsın aslında günümüzdeki aklın, günümüzdeki bakış biçiminin geçmiş hakkında söylediği sözden ibarettir. Bugün Şah İsmail’i anlatan bir yığın farklı bakış açıları vardır ki büyük olasılıkla geçmişte o bakış açıları yoktur. Onlar geçmiştir, romanlar ise bugünden söylenen geçmiş. Sorunuzun diğer bölümüne gelince: Güncel değerlendirmelere açık olmayan roman yazmamak çok tuhaf olmaz mı sevgili Haldun Çubukçu?
Bir yoldan çıkış, yanlış seçimler dünyasında ki; “kervankıran” yıldızının Tanyıldızı da olarak ve hatta akşam yıldızı olarak bilinen Venüs’ün Kutup yıldızı sanılarak canla ödenmiş bedellerin metaforunda Anadolu Ortaçağının özel bir kesitine, Mevlevilik, Melamilik ekseninde bir anlatı kuruyorsunuz. Acımasız bir erkek dünyası ve erkeklerin tensel ilişkileri… derken sahici bir aşkın acı sonu. Yanlış insanlar, yanlış seçimler, yanlış bir zaman… Doğrusu ne olabilirdi? Okurun algısına bırakmadan yazarın hükmüne başvuracak olursak?
Yazar hükmünü romanda söylemiştir. Şüphesiz metnin niyetini değil yazarın niyetini sorarak konuyu derinleştirmek istiyorsunuz. Ben de şöyle yanıt vereyim: Okurun niyetine bırakalım doğrusunu. Yazınsal metinlerde doğrulardan veya yanlışlardan söz etmekten yana değilim ben.
Kitabın yaklaşık yarısına kadar özel, “üst” bir dil var. Daha ilk tümcelerde okurla kurulan bağıntı, anlatının düğümünü oluşturuyor ve olacakların akışından haberdar ediyor. Etkileyici bir tarz ve üslup… Bir meydan okuma mı?
Hangi yazar yazılmış metinlerin anlatım biçimlerinin dışına çıkıp başka bir yol tutturmak istemez? Bütün yazarların kendilerine ait olan ve “kendilerinden” bilinen bir anlatım yoluyla anımsanmak isteyeceklerine kuşkum yok. Meydan okuma demeyelim de buna, “çokluğun bulunduğu yerden ayrılma” diyelim. 
“Mevlevizan” duruşuyla zengin, müreffeh şeyh Nizamüddin ve zenginlerin birbirini sevdiği dünya gerçeğinden, sözde Melami, özde korkunç bir benmerkezci İshak’a savrulurken ve romanın bütünündeki 12 günlük süre bu tür bir savruluş ve kişinin karakterinin, olayların nedenselliğin ve hatta insanın özünün ortaya çıkması için çok kısa bir zaman dili olarak anlatının zayıflamasına hizmet etmiyor mu?
Yazınsal metnin zamanı ile bizim gerçeklik algımızın zamanı örtüşmez. İsterseniz bir günü yazın, yazar olarak yapmanız gereken şey olayların akışını inandırıcı biçimde “içimizdeki zaman algısına” uydurmaktır.  Bana göre sünni bir hâcenin, üstelik kadı makamını dolduran bir adamın melamete kayıp kendi oğulları da dahil herkesi karşısına alması durumunda, olayların on ikinci günde patlak vermesi gecikmiş bir tepkidir. Bunu düşündüğüm için olayı daha erken patlatacak birilerini mantıklı gerekçelerle geciktirdim. Trajedinin temel yapısına uygun bir şey bu; bütün kararlar işler düzgün gitsin diye alınıyor fakat hepsi de felakete yol açıyor. Öte yandan anımsarsak olaylar 12 gün içinde kızışıyor, temelde bütün anlatıya otuz gün süre verdim ben. Okuru otuz günlük bir zaman algısına çağırdım.
Paralel bir hikayeye ait işaretler, temaslar ve hatta akraba bir izlek: “Şems-i Tebrizi’nin yeniden dirildiği… Celal’imi arıyorum” (s.19) denilen satırlardaki gönderme… Müdahaleci bir soru saymazsanız, neden asıl olanı anlatmak varken, gölgesiyle yetindiniz?
Üzerlerinde –yanlış veya doğru- tarihsel bir anlaşma oluşmuş kişileri yazmak, roman yazmaktan çok alternatif tarihçiliğe benziyor. Mevlana öyle değil de böyleydi diyeceğime anlatmak isteyeceğim kişiyi kendim yaratırım daha iyi. Niye onunla bununla tarihsel olayları tartışayım? Roman tarihsel olayları kanıtlama yeri değildir. Şüphesiz bizim tarih romancılığımız -bir elin parmaklarını geçmeyen birkaç yazar dışında- amatör tarihçiler arenasıdır. Oysa roman insana insanın hikayesini anlatmalıdır, tarihteki bir kişinin gerçekte ne olduğunu değil. Ben farkındaysanız –ısrarla- merkezde yer alan tarihsel kişilikleri değil, kenarda, İstanbul dışında, İstanbul’un dilinden bile uzakta, Osmanlı’dan eskide, imparatorlardan ötede yaşayanların hikayesiyle uğraşıyorum. İstanbul’u ve imparatorları bir kere anlattım, o da Bizans’tan Selçuklu’ya bakmak için. Herkes Selçuklu’dan bakmayı seviyor ya, buna itiraz ettim.  Çünkü yazar algıları değiştirir, tarihi değil.  Ben herkesin bildiği düşünme biçimlerinin dışına çıkarak kuruyorum romanımı, herkesin farklı anlattığı tarihi düzeltmek için değil.
Bir üst dil ve anlatım tekniği demişken; yani Anlatıcının yazdırırken yazılan bir roman halindeki daha çok iç mekanlarda gelişen betimlemeler ve insan durumlarıyla ilişkili metin, yaklaşık yarısında tarz değiştiriyor, doğrudan yazarın anlatısıyla olayların acayip hızlandığı, hani neredeyse bir an önce son yakalama derdinde bir tarza bürünüyor. Niçin?
Bence her sağlam romanda düğümler düğüm üstüne biner ve bunlar hızla çözülür. Yazarın anlatmaktan bıkıp bir an önce sona ulaşmak istediği romanlarda sonu merak bile etmeyiz. Yazar sıkılmışsa okur haydi haydi sıkılır.
 Kendi adıma, dandik anlatıların ve hikayelerin popüler bir dille itibar ve ilgiyi cömertçe gördüğünü düşündüğüm günümüzde bu görece “zor” sayılabilecek hikayenin yazarında beklentisi ne olacak?
Okurun neye ilgi göstereceğini bilmeyen iki kişiyiz, buna temenniler ve iyi dilekler dışında nasıl yanıt verebilirim?
Gittikçe bütün referansları dinden alınmaya başlayan bir iktidarın ve muktedirin Osmanlıcılık, Sünni ahlakı, kadın düşmanı vb. siyaseti ve programı dizgininden boşanmışken yeniden ve durmaksızın anımsamayı, bilmeyi gerektiren doğrudan o referansın hakim olduğu günlerin rezilliğini görmek için iyi bir zamanlama oldu kanımca “Yine Doğdu Tanyıldızı” Ne dersiniz? Kıssası aklın, eylemin ve hatta kadının özgürleşmesiyse, yine son dönemde çok az örneğine rastladığımız edebiyat – sanat içre politik bir tavır alış olarak da yorumlayabilir miyiz?
“Kötü para iyi parayı kovar” derler ya iktisatta; romanda da öyle bi durum her zaman vardır: Popüler romanlar, basit hikayeler, iktidar borazanlıkları  iyi edebiyatı raflardan indirir. Üstelik bunlar büyük bir iş yapılıryormuş gibi coşkuyla karşılanır. Şüphesiz arada sırada iyi romanların başına da iyi şeyler gelir ama bu istisnadır. O yüzden sanatçının bütün bu olanlar karşısındaki duruşu tarafsız olamaz. Sanat yapıtında açıkça politik tavır göstermeyen yazar, toplumsal olaylar karşısında kişisel vicdanıyla görünür; hem ahlaki hem de politik bir seçimin tarafıdır.

Aydınlık Kitap Eki,  19 Aralık 2014 

0 yorum: