Konukluk



Suriçi'nde ev kapısı: Soldaki erkekler için, sağdaki ise kadınlar...


Diyarbakır’da, Suriçi Mahalllesi’nde bir ev görmüştüm. Bu evin giriş kapısına iki ayrı tokmak konulmuştu. Küçük tokmağın sesi tiz, büyüğünki toktu. Kadınlar tiz olanı çalarmış, erkekler de tok olanı. Böylece konuğun cinsiyeti belli olurmuş.
Kapalı yaşamların gereği olarak doğan bu incelik, eski zamanların konuğa verdiği önemle doğru orantılı bir şey. Çağımızda mikro yaşamlar yüzünden konukla ilişkimizin asabileştiğini düşünüyorum, modern çağ bir içe kapanma dönemidir, insan yalnızlığı seçmiş bir toplumsal hayvandır artık.
Hızır kültüyle ilgili okumalar yaptığım bir zamandı, “Tanrı misafiri” kavramının Hızır’la ilgili olması bana çok sarsıcı görünmüştü. Meğer ki Hızır kılıktan kılığa girip zorda olanların yardımına koştuğuna inanılan bir ölümsüzmüş; kapıya bir dilenci kılığında da gelebilirmiş, bir tüccar kılığında da; onun kim olduğu bilinemezmiş. Anadolu’da bu nedenle kapıya gelen dilenci kovulmaz, “Başka kapıya!” “Allah versin!” dememeye dikkat edilirmiş. Çünkü Hızır’ın kısmetiyle geldiğine inanılır, onu geri çevirenin kısmetinin de geri çevrildiği düşünülürmüş.
Ortaçağ’da otel yok, konak yok; insanlar böyle insani bir çözüm bulmuşlar işte. İyi de etmişler. Konuksever olmamızın, ülkemizi ziyaret eden yabancıları bu halimizle şaşırtmamızın tarihsel nedeni bu işte.
Fakat Hızır inancının istismar edildiği düşüncesi de aynı derecede güçlü bir karşı akım olarak yükselmişe benzer. “Başka kapıya” diyerek kovulan dilencinin “Hızır nere sen nere” nobranlığıyla geri çevrildiği bellidir. “Allah versin” diyenler en azından biraz daha insancıl görünüyor.
Konuk sevmezliğin kentsel nedenleri olduğuna inanıyorum. Çocukluğumda köyden gelen akrabalardan aman bulamazdık. Evde hep birileri olurdu. Ben çocuk olduğum için dert değil de, olan kadınlara oluyordu: Hep birileri için yemek hazırla, yatak yorgan ser, bir de onlar gittikten sonra her şeyi temizle. Neşeyle gelseler yine çekilir ama çoğu konuk neşeyle de gelmezdi; evde onlar yüzünden çıkan kavgaları bilirim. Hatta özellikle halalarım ve amcalarımın bizim evde estirdiği terörü ne unuturum ne de şu yaşıma geldim, bağışlayabilirim.
Evinizi günlerce işgal eden köylüler, yaz tatilinde köye gittiğinizde yüzünüze bile bakmazdı, çocuk halimle bile algılayıp nefret ettiğim bir şeydi bu. Bu nedenle annemin “Misâfir, ne kâfir!” deyişini hep çok sevdim. Canı çok yanmış bir insanın çığlığıydı çünkü.
Köylüler hakkında kötü kötü konuştuğumu düşünmenizi istemem. Köylüler, -en azından benim çocukluğumdakiler- şehre özgü inceliği bilmez, şehirde yaşamın insanların üstüne nasıl çöktüğünü, her şeyin nasıl bir sıkışıklık içinde yürüdüğünü anlamazdı. Onlara göre zaman ve mekân insanın üstüne kafa yoracağı bir şey değildi. Oysa şehir, zamanı ve mekânı hesap etmeden yaşanamaz. Bu nedenle şimdilerde, köy artık tek tek evlere değil, yığınlar halinde kentlere konuk olarak geliyor. Hem de ne zamanı, ne mekanı hesap ederek. Yığınlar halinde, aş ve ekmek bilinciyle sınırlı, kent kültüründen habersiz. Bu durumda köylülerin değil de, köy ve kasaba yaşamının şehri işgal ettiğini ve onu kendi biliş tarzına dönüştürdüğünü söylemek şart: Konuk ev sahibidir.
Eskiden köylerde köy odası vardı. Şehirli oraya seyrek giderdi. Ben hiç köy odasında kalmadım örneğin. Fakat hikâyelerini dinledim. Köy odası muhteşem bir çözümdür: Köye gelen herkesi evde ağırlamak olmaz, hırlısı var hırsızı var. Fakat insanı sokakta bırakmak da insana yakışmaz. Bu durumda köylüler bir köy odası yapmışlar, içine yatak yorgan koymuşlar, sedir yapmışlar, gaz lambası, minder derken orası giderek toplumsal bakımdan da paylaşılan bir yer haline gelmiş, erkeklerin topluca buluşup hikayeler anlattığı bir yer olmuş. Bunları ben gözümle görmedim ama işlevini anlıyorum, üstelik konuk evi olarak değerini de.
Eski dünyada haremlik ve selamlık, şehirli yaşamda birbirinden ayrılıyordu; haremlik denince, bir dolu kadından oluşan yer anlaşılmamalı; mahremin bulunduğu alandır orası. Bu biraz şehirli, hatta İstanbullu bir çözümmüş gibi gelir bana. Çok sayıda Hıristiyanın yaşadığı bir dünyada Müslüman ve Hıristiyan evlerinin karakteristik açıdan çok da farklı olmayışı, bu haremlik selamlık işinin o kadar yaygın olmadığını söyler gibidir. Kaç göç derseniz zaten Hıristiyanlarda da var. Kadını sakınmak Müslümanca bir dürtü değil. Hatta, başı açık Türkmenlerin yadırgandığı bir eski dünyanın çocuklarıyız biz. Bu yüzden köy odası, “genel bir selamlık”tı, evin tamamı harîme aitti, diyebiliyorum.
Günümüzde evlerin ölçüleri o kadar küçüldü ve yaşamlar öylesine daraldı ki, artık evler iyiden iyiye “harîme” ayrıldı; yani ev, başkalarına kapıları kapattığımız bir mekâna dönüştü. Selâmlık evin dışıdır, üstelik kimseye selam vermenin gereği de yok. Günümüz evi Osmanlı çağı şehrindeki hem genele, hem de özele açık olan ikili karakterini yitirdi, sadece “özel alan” oldu. Bunu bir eve çoluk çocukla konuk olanların, orada birkaç gün değil, bir gün bile rahatça barınamaz oluşundan anlayabiliriz. Çağımız evi, yalnızca ev halkına göre yapılan bir barınaktır. Konuklar için konmuş olan ve adı "çek yat" olan tuhaf koltuk bile aslında konuk yokken ev halkına hizmet eden üstünkörü bir eşyadır. Bu koltuk, üzerinde uyuyanı bütün gece ara ara uyandırmakla görevli bir nöbetçi gibi tasarlanmıştır. Denebilir ki, ev sahipleri yatılı konuk istemediklerini, konuklara lâyık gördükleri bu tür sahte yataklarla dışa vururlar.
Bir evin dışa açık olup olmadığını, konuk olduktan sonra huzurla uyuyup uyumadığıma bakarak söylerim. Beni berbat bir yerde yatıran ev sahibine sempatim azalır.
İnsan yoksulsa, konuğunu yatıracağı eşya ile kendisinin eşyası arasında fark olmaz. Tuhaf bir şey, gittiğimiz evde konfor aramayız; yalnızca, ev sahibinin kendisine lâyık gördüğü şeyi bize de lâyık görüp görmediğine bakarız.
Gerçi Anadolu, konuklardan sözünü esirgemez, “Misafir, ev sahibinin eşeğidir, onu istediği yere bağlar” sözü, konuğun gerçek durumunu gösterir ama konuklar da boş durmaz, “Misafir misafiri sevmez, ev sahibi de hiçbirini” deyişini sık sık kullanarak ev sahiplerinden öcünü alır.

Konukluğun en güzel yanı neşe getirmesidir; eğer böyle değilse, yani akrabalık ilişkisiyle, zorunluluklarla ya da işgale uğrayarak eve konuk alınmışsa, bu zulüm insanın insandan çaldığı ruhsal zamanla eşittir. Telafisi yoktur. Bu nedenle modern insan başka bir yere yaptığı yolculukta konukluğunu da satın almayı yeğler: Oteller insanın kendi kendinin konuğu olduğu muhteşem çözüm yuvalarıdır.

Altzine, Ocak-Şubat 2017

0 yorum: